14 Ağustos 2011 Pazar

İran Gezimize Tahran ile Başlıyoruz.


24 Temmuz akşamı saat 20:00’da Tahran'a

gitmek üzere Sabiha Gökçen havaalanında check in işlemlerine başladım. Aynı saatlerde Tayyip Erdoğan’da havaalanındaydı ve görevli personelin çoğu Tayyip Erdoğan’a tahsis edilmişti. Türk ve diğer ülke vatandaşlarının pasaport kontrolü için çalışan sadece 3 görevli vardı. Uzun süren pasaport kontrolünden sonra Free shopların bulunduğu bölümdeki restaurantta oturup grubun diğer üyelerinin gelmesini bekledim. Uçağımızın kalkmasına daha 2 saat vardı. Bir müddet sonra İran gezisi rehberimiz Sevgili Zafer Bozkaya telefon ile beni aradı. Grup üyeleri ile birlikte havaalanına yeni geldiklerini ve uçak biletimde bir sorun olduğunu söyledi. Check-in yapmış olduğum halde yolcu listesinde görünmüyordum. Neyse ki Pegasus görevlilerinden birisi gelip biletimi aldı ve check-in işlemim tamamladı. Grubun bir üyesi Sevgili Leyla hariç İran’a gitmek için hazırdık. Leyla da aynı saatlede, THY ile Atatürk Havalimanından Tahran’a gelecekti.

Sabah karşı saat 4:00 gibi İran topraklarına ayak bastık. Uçaktan inmeden önce uzun siyah elbisemi giyip başörtümü taktım. Siyah elbisem sayesinde içime fazla bir şey giymeden İran’da rahatça dolaşabilecektim. Anlayacağınız siyah elbisem yolculuğum boyunca benim formam olacaktı. Pasaport kontrolünden sonra havaalanındaki cafe’de oturup Türk hava yolları ile gelecek Leyla’yı beklemeye başladık. Kahvelerimizi tam yudumlamıştık ki Leyla yanımıza geldi. Herkes merakla İran’ı keşfetmeyi bekliyordu. Ancak İran’a gelir gelmez aldığımız haber Tahran gezimizi etkileyecek gibi görünüyordu. Tahran’dan kalacağımız 3 gün süresince dini açıdan önemli bir insan olan İmam Zamane’nin doğum günü kutlamaları yapılacaktı. Kutlamalar sebebiyle Tahran’da gitmeyi planladığımız bazı yerlerin kapalı olma olasılığı vardı. Bu durumda 3 gün boyunca Tahran’da neler yapılabilir şeklinde biraz endişelenmiş olsak ta bu sayede Tahran’a bir saat uzaklıktaki Qum şehrine gezim şekilleniverdi.

Bizi havaalanından Tahran’da kalacağımız otele götürecek otobüse bindik. Yolda Humeyni’nin mezarının olduğu camii’yi, meşhur Azadi anıtını ( özgürlük anıtı) ve Humeyni meydanını gördük. Azedi anıtı, Ters Y harfi şeklinde bir anıttı. Anıt 2500 taştan yapılmıştı. Anıtın bulunduğu meydana da Meydan-ı Azadi deniyordu. Otelimize vardığımızda şehri gezmeye başlamak için vakit çok erken olduğundan biraz dinlenmek üzere odalarımıza çekildik. Tahran’daki otelimiz çok lüks değildi ama gezeceğimiz yerlere çok yakındı. Saat 10:00’da Tahran şehrini keşfetmek üzere yürüyerek otelden ayrıldık. Otelden çıktıktan sonra ilk durağımız Humeyni meydanı oldu. Yolda yürürken İranlıların bayağı ilgisini çekyorduk. Arabasını durdurup bize bakıp gülümseyen, “Hello”diyen, nereden geldiğimizi soran bir sürü insanla karşılaştık. Tahran sokaklarının yol kenarlarında su kanalları vardı. Bu kanallar adeta şehrin doğal serinleticisi gibiydiler. Ayrıca İmam Zamane’nin doğum günü kutlamaları sebebiyle bir sürü İranlı hayır yapmak adına bedava limonata, portakal suyu ve yiyecek dağıtıyordu. Limonataları bizzat yolun ortasında yapıyorlardı. Oralet tarzı bir tozu kocaman plastik bir kapa boşaltıp üzerine hortumla su döküyorlar, bir diğer kişi ise tahta çubuk ile limonatayı karıştırıyordu. Limonata suyunun hortumdan gelen su ile yapıldığı görünce büyük bir saygısızlık göstererek limonata ikramlarını ret etmek zorunda kaldım.



İran sokaklarını şöyle bir keşfettikten sonra İran’daki ilk durağımız olan Gülistan sarayına gittik. Bu saray Safeviler döneminde yapılmıştı. Girişte sarayın girişine kadar dikdörtgen şeklinde uzun bir havuz ve bu havuzun kenarına güzel çiçek ve bitkiler dikilmişti. Havuzun arkasında geçmişte saraya gelen misafirlerin kabul edildiği bir teras yer alıyordu. Terasın ortasında mermerden yapılmış tahtı 65 adet insan figürü taşıyordu. Sarayın dış ve iç kısmında yer alan tüm bölümleri teker teker dolaştık. Burada beni en çok etkileyen Talar-e Selam salonunun tavanındaki küçük ayna parçalarından yapılan süslemelerdi. Binlerce küçük parçalara bölünmüş aynalar, düzenli bir şekilde tavan ve duvarlara kübik, piramit, düz bir şekilde yerleştirilmişti. Uzaktan elması andırıyorlardı. Salonun tabanında ise çini karolar yer alıyordu. Bozulmasın diye yere halı koymuşlardı. Halının kenar kısımlarından bu güzel çini karoları görebiliyorduk. Gülistan sarayındaki gezimizi bitirdikten sonra İran’daki ilk otantik çayhanemize gidip keyifle çaylarımızı içtik.

Gülistan sarayından sonra İran ulusal müzesine gittik. Tarih öncesi ve tarihi eserlerde günümüz eserleri birbirinden ayırt edilmeden aynı yerde sergileniyordu. Buradaki en önemli eser, Shiraz şehrindeki Persepolis kentinden getirilmiş olan taştan yapılmış merdiven ve duvar örnekleri ile heykellerdi. Bu eserlerin diğer parçalarını Shiraz şehrine gittiğimizde görebilecektik. Müzedeki bir diğer enteresan parça ise M.S 3 veya 4.yüzyılda yaşamış, bir şekilde madende çalışırken ölmüş olan madencinin bozulmamış bedeni ile eşyalarıydı. Tuz bir şekilde madencinin bedeninin bozulmasına izin vermemiş olmalıydı.


Ulusal Müzeden sonra Tochal Tepesine hareket ettik. Tochal tepesi, dünyanın 4.ncü uzun pisti olan kayak merkeziydi. Teleferik ile 3957 metreye çıktık. 3957 m’de hava serindi ve keyifli bir öğlen yemeği edik. Öğlen yemeği sonrasında tekrar şehre inip İmamzade Hamza’nın türbesinin bulunduğu camiyi görmeye gittik.

Camiinin giriş kapısına geldiğimizde bir adam yanıma yaklaşarak bir şeyler söylemeye başladı. Söylediklerini anlayamamıştım. Sevgili Zafer’den yardım istedim. Sevgili Zafer adamın camiye gelenlere ikram etmek üzere büyük bir termos çayı satın alıp almayacağımı sorduğunu söyledi. Bu gün 15 Temmuz kandil günüydü ve bu talebi geri çevirmek içimden gelmiyordu. Bir büyük termos çayı satın aldım. Termosu satan adam çayı oradan geçenlere ikram ederken bir yandan da beni işaret ediyordu. Çayını alan yanımıza gelip bizimle sohbet etmeye başladı. Kâh İngilizce kâh Türkçe kah farsça oradaki halk ile sohbet etmeye başladık. Grupta farsça bilenler Zafer Bey ve Sevgili Ayhan’dı. Ayhan İran’a gelmeden bir ay önce farsça çalışmaya başlamıştı.


Sohbetimizi bitirdikten sonra oradaki halk ile vedalaşıp İmamzade Hamza’nın camisinin giriş kapısına geldiğimizde camiinin içine girerken çador giymemizi istediler. Çador, çarşafa benzeyen renkli patiskadan yapılmış büyük bir kumaştı. Çadorumuzu giydikten sonra artık camiye girmeye hazırdık. Camiinin tavan ve duvarları bir sürü küçük ayna ile mozaik şeklinde süslenmişti. İmamzade Hamza’nın türbesinin olduğu yere gidip duamızı yaptıktan sonra bin yıllık Tahran kapalı çarşısı Bazar-ü Bozung’u gezdik. Çarşının şu anki hali 200 öncesinde şekillenmişti. Çarşının baştan başa uzunluğu ise 10 km imiş. Elbise, yiyecek, zücaciye, halı ne ararsanız bu çarşıda bulmak mümkündü.


Akşam yemeği için Azeri Traditional restaurantta yerimiz ayrılmıştı. İran müziği eşliğinde akşam yemeğimizi yiyecektik. Restauranta gelir gelmez hepimize çay ikram ettiler. Çay faslı hiç durmayacak gibiydi. Sürekli gidip gelip çay ikram ediyorlardı. Kendime “dizi” yemeğini sipariş ettim. Dizi; nohut ve/veya fasulyenin et veya tavuk etiyle birlikte güveçte piştiği bir yemekti. Diziyi servis yaparlarken yuvarlak bir kap ve havaneli de veriyorlardı. Önce güveçteki suyu yuvarlak kapa boşaltıyor sonra güvecin içindeki nohudu havaneli ile püre haline getiriyorsunuz. Püre haline gelen karışım ile yemeğin suyunu birlikte yemeye başlıyorsunuz. Bu dizi yemeği gerçekten de çok lezzetliydi.

Tahran’daki ikinci günümüzde sabah 9:30 da grubun diğer üyeleri ile otelin kahvaltı salonunda buluştuk. Bugün ve sonraki günümüzde neler yapacağımızı planlamaya başladık. Tahran’daki son günümüzde Qum şehrine gitmeyi önerdim. Grubun diğer üyeleri de hem fikir oldular ve ertesi gün yani Tahran’daki son günümüzde Qum şehrine gitmeyi planladık.

İkinci günümüzün en önemli gezisi Ulusal Mücevher müzesiydi. Ulusal mücevher müzesi İran merkez bankasının kasa dairesinin içindeydi. Burada geçmiş dönemlerden kalma değerli mücevherler sergileniyordu. Fetih Ali Şah zamanında Hindistan’da yaptırılan değerli tavus kuşu tahtı, Rıza Pehlevi’nin ünlü elmaslı tacı da buradaydı. Taç; 3380 adet elmastan oluşuyordu ve elmaslar toplam 1144 kırattı. Ayrıca 199 kıratlık 5 adet zümrüt,19 kıratlık 2 adet safir, 368 adet inci vardı. Tacın ağırlığı 2.080 gram geliyordu. Dünyanın en büyük pembe elması olan 182 kıratlık Derya-yı Nur elması da buradaydı. Derya-yı Nur elmasının çevresinde 457 adet pırlanta, 4 adette yakut bulunuyordu. Müzedeki diğer mücevherlerin hepsi de birbirinden güzeldi. İnsan baktıkça hepsine sahip olmak istiyordu. Yoldan çıkmak an meselesiydi. Aklıma Yüzüklerin Efendisi filmindeki Gölge karakteri geldi. Gölge, filmde yüzükten kolayca etkilenip ona doğru çekiliyordu. Ne pahasına olur ise olsun yüzüğü ele geçirmek istiyordu. Burada da aynı çekilme söz konusuydu. Ayrıca Şahın ailesinin tüm bu mücevherleri bırakıp ta ülke dışına çıkmış olması çok enteresandı. Belki de yanında birkaç mücevherini götürmüştür kimbilir?


Ulusal Müzeden sonra cam müzesini gezdik. Bu müzede M.Ö 3,2 ve 1 yüzyıllardan kalma camdan yapılmış eşyalar vardı. Cam müzesinden çıktıktan sonra şehir parkına gittik. Şehir parkının içinde Peace müzesi vardı. İsmi peace olmasına rağmen, içerisinde çoğunluğu çocuk olan savaşlarda yaralanan insanlar ile savaş sırasında kullanılan biyolojik silahların fotoğrafları sergileniyordu. İçimden ileride inşallah “Peace”i hatırlamak için savaşı referans göstermediğimiz zamanlar gelir diye geçirdim. Ve içimden geçirdiğim bu düşünceyi peace müzesinin ziyaretçi defterine yazdım.


Tahran’daki ikinci günümüzün son durağı ise Derbend’ti. Derbend, genelde insanların dinlenmek için ailece gittiği bir yerdi. Bizdeki Maşukiye’de alabalık yenen yere çok benziyordu. Cafe ve Restaurantlarda tahtadan tahtı andıran yüksek zeminler inşa edip bu tahtların üstüne rahatça oturup uzanabileceğiniz halı ve yastıkları yerleştirmişlerdi. Biz de kendimize uygun bir taht seçip oturduk. Önce yorgunluğumuzu alsın diye çay ısmarladık. Çayın yanında şeker yerine tahta çubuğa yapıştırılmış sarı renkte küçük kristallerden yapılmış şeker çubuklar getirmişlerdi. Çayınızı şekerli içiyorsanız sarı renkli kristal çubuğu çay bardağınızın içine batırıp bırakıyorsunuz, az şekerli içiyorsanız sadece batırıp çıkarmanız yeterli olabiliyordu.

Çayımızı bitirdikten sonra akşam yemeğimizi ısmarladık. Lezzetli bir yemekten sonra bir müddet daha tahtımızda keyif yaptık. Oturdukça insan kalkmak istemiyordu ancak otele dönme zamanı gelmişti. Zorla da olsa tahtlarımızdan kalkıp otele gitmek üzere bizi metroya götürecek minibüse bindik. Minibüste İranlı genç bir çocukla tanıştık. Genç çocuk hem dağcıydı hem de üniversitede hocalık yapıyordu. Sevgili Ayhan ve Şenay’da dağcı olduklarından genç çocuk ile muhabbeti iyice koyulaştırdılar. Aynı zamanda sevgili Nuray da minibüsteyken İranlı bir bayan ile tanıştı. İranlı kadın bizim kim olduğumuz araştırmadan o gece evinde bizi misafir edebileceğini söyledi. Dağcı çocuk ise minibüsten inerken tüm grubun minibüs ücretini ödemeyi teklif etti. Şu İranlılar enteresan insanlardı. Belki de farkındalıkları o kadar yüksekti ki karşılarındakine şöyle bir bakıp nasıl bir insan olduğunu kolayca anlayabiliyorlardı. Dağcı çocukla sohbetimize metroda da devam etti. Ahbaplık öyle arttı ki metrodan inmeden e-mailleşme safhasına geçildi. O akşam oteldeki odamıza geldiğimizde resmen sürünüyordum. Yarın görmeyi çok istediğim Qum şehrine gideceğim için de çok heyecanlıydım.



Şimdilik Hoşcakalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder