15 Ağustos 2011 Pazartesi

Bye bye İran


Shiraz’daki otelimizden taksi ile ayrıldık.Keşke zamanım olsaydı da Meşhet, Rest ve Yezd şehrinin çöl bölgesini de görseydim diye düşünüyordum. Bu seferlik bu kadar ile yetinecektim.

Shiraz havaalanına geldiğimizde uçağın kalkmasına 2 saatimiz vardı. Güvenlik ve pasaport kontrolünden geçtikten sonra uçağa kabul salonunda beklemeye başladık. Uçağın kalkmasına yarım saat kala halen bavulların uçağa taşınmadığını farkettik. Demek ki uçağımız rötar yapacaktı. Ama kimse bu konuda anons yapmıyordu.

Normal saatinden iki saat gecikmeli olarak uçağa bindik. Uçağımız Sharjah/Dubai aktarmalı olarak İstanbul'a gidecekti. Sharjah'a geldiğimizde İstanbul’a gidecek uçağın kalkmasına bir buçuk saat vardı. Öğlen yemeğimizi yiyip freeshopta biraz oyalandıktan sonra uçağın kalkış anonsunu duyar duymaz uçağa kabul salonuna doğru yürüdük. Uçağa geldiğimizde bir sürü çarşaflı yolcunun uçağa bindiğini farkettik. Bir anormallik olmalıydı. Hostese İstanbul'a gidip gitmediğimizi sorduk. Hosteste İstanbul’a gitmeden önce Damman'a uğrayacağımız bilgisini verdi. Hostese bu durumdan haberimiz olmadığını söylediğimizde; Hostes konuyu araştırıp bize bilgi vereceğini söyledi. Hotes tekrar yanımıza geldiğinde yolcuların cep telefonuna SMS mesajı gönderilerek bilgilendirme yapıldığını söyledi. Bize bir bilgi gelmedi diyecektim ki cep telefonumun kapalı olduğu aklıma geldi.

S

anırım yapılacak bir şey yoktu. Şüphesiz kaderimize boyun eğecektik. Kırk beş dakika sonra Damman'daydık. Yolcular Damman’da indikten sonra uçak hemen kalkacak diye düşünürken uçağın kılı kıpırdamıyordu. Hostese uçağın neden kalkmadığını sorduğumuzda bagajını almayan iki yolcunun varlığından bahsetti. Hostesler teker teker gelip uçağın içindeki yolcuları sayıyorlardı. Birisi 64 derken diğeri 66 diyordu. Sonunda işin içinden çıkamayıp yolcu listesi ile gelip yoklama yaptılar. Yoklama sırası bana geldiğinde ismimin listeye iki defa yazıldığını farkettim. Ama maalesef sonuç değişmedi. Uçağın bagajındaki bavul sayısı uçağın içindeki yolcu sayısından 2 fazlaydı. Havaalanı güvenliği bomba tehlikesi olduğunu söylüyor, uçağın havalanmasına izin vermiyordu. Uçak körüklü bölümden ayrılarak pistte bizim için ayrılan bölüme doğru yavaş yavaş seyretmeye başladı. Uçak durduğunda, etrafımızı bir sürü polis arabası çevirdi. Bavulları uçaktan indireceklerini ve bizlerin dışarı çıkıp bavullarımızı tanımlamamızı istiyorlardı. Yolcular bavulları tanımladıktan sonra yanlışlığın check in sırasında görevli personel tarafından yapıldığı ortaya çıktı. Sonuç olarak saat 12:00 yerine gece yarısı saat 4:00 gibi İstanbul'a varabildik.
Güzel başlayan İran yolculuğum enteresan bir şekilde sonlanmıştı. Eve geldiğimde kendimi çok yorgun hissediyordum, ne yapalım olan olmuştu. Nasılsa bir iki güne kadar dinlenmiş olurdum.

İran hakkında daha detaylı bilgi almak isterseniz ilk yazımda da belirttiğim gibi irangezi.com’a başvurmanızı öneririm

Bir sonraki yolculuğuma kadar Hoşçakalın

Sevgiler

İran’daki Son Durağımız; Shiraz


Öğlen 14.30’da Yezd’den Shiraz’a doğru otobüs ile yola çıktık. Shiraz’daki Nyayshe Oteline geldiğimizde hava kararmıştı. Oteldeki rezervasyonumuz bir gün sonraya yapıldığından resepsiyon görevlisi bu geceye mahsus olmak şartıyla 4 oda yerine 3 oda verebileceklerini söyledi. Bunun üzerine Nuray, ben ve Leyla üçümüz geçici olarak aynı odaya yerleştik. O akşam yemeğimizi kaldığımız otelde yedik. Yemekler çok güzeldi. Shiraz’da 2 gece 3 gün kalacaktık sonrasında ise ver elini İstanbul.

Shiraz, tarihi eserleri, şairleri, filozofları, savaşçıları, kralları, orkideleri, portakalları ve gülleri ile meşhurmuş. Ünlü Shiraz üzümleri Shiraz'ın kuzeyinde yetişiyormuş. Halen şeriat kanunları geçerli olduğundan şarap üretimi yapılamıyormuş. İsteyen evde kendisi gizlice üretebiliyormuş. Yakalananlar olduğunda ise şeriat kanunlarına göre cezalandırılıyormuş. Biz de Shiraz’da kaldığımız sürece evinde şarap yapan İranlı ile karşılaşmaya niyetlendik ama bu niyetimiz maalesef gerçekleşmedi.

Shiraz’da neler yaptığıma geçmeden önce Shiraz şaraplarının hikâyesini sizinle paylaşmak istiyorum. Pers kralı Cemjid üzümü çok severmiş. Ülkeye dev bağlar kurdurtmuş. Birkaç ay içinde üzümler birden su koy vermiş. Üzüm suyu tadının çok acı olması sebebi ile sonunda suyun zehir olduğuna kanaat getirmişler. Günlerden bir gün Cemjid’in dillere destan cariyesi hastalanmış, güzel cariye dayanılmayacak şiddette baş ağrısı çekiyormuş. Tabipler çare bulamıyorlarmış. Güzel Cariye hayatından bezmiş ve hayatına son vermeye karar vermiş, zehirli sudan içmeyi denemiş. İçtiği su ile baş ağrısını birden geçirivermiş. Bu bilgi bir şekilde kral Cemjid’in kulağına gitmiş ve bu olaydan sonra zehirli olduğu düşünülen suya “ Ab-ı Hayat” adı verilmiş.


Shiraz’daki ilk günümüzde kahvaltımızı yaptıktan sonra sabah saat 8:00‘da İranlı rehberimiz bizi Persepolis’e götürmek üzere rehberimiz ile buluştuk. Bir saat onbeş dakika sonra Persepolis’deydik. Hava çok sıcaktı. Rehberimizin anlattıklarına göre; Persepolis büyük pers imparatorluğunun merkeziymiş. Stratejik açıdan özel bir yerde inşa edilmiş. Akamedinler ilk geldiklerinde bu kenti Ruh-i Rahmet dağına yaslanmış olarak inşa etmişler. Tüm kent 125 bin m2 lik bir alana yerleştirilmiş. Kentin içinde saray, hazine, misafir ve mezar alanları yer alıyordu. Şehirde her şey taş ve tahtadan yapılmıştı. Şehrin girişinin sağ ve solunda 2 ayrı merdiven bulunuyordu. Merdivenlerin her 3 basamağı büyük bir taştan yapılmıştı. Ana teras alanına giden bu iki merdivenden sağ tarafta olanı Kral Darius’un kullanımına, sol taraftaki ise Kral Darius’u ziyarete gelen ülke temsilcilerinin kullanımına tahsis edilmişti. Duvarlarda o zamanlardaki yaşamı anlatan 3 boyutlu resimler çizilmişti. Duvardaki ilk sembol selvi ağacıydı, rehberin söylediğine göre selvi ağacı ölümsüzlüğü temsil ediyordu. Selvi ağacından sonra açık ve kapalı lotus çiçeği resmedilmişti. Lotus çiçeği ise gücü temsil ediyormuş. Sonraki sembol ise Palmiye ağacıydı ve palmiye ağacı ise güzel hayatı temsil ediyormuş.

Bu sembollerden sonra Kral Darius’a bağlı 23 ayrı devletin temsilcileri ve Kral Dairus’a getirdikleri hediyeler resmedilmişti. Örneğin Kapadokya’dan ( Türkiye’nin bulunduğu yer ) gelenler at ve tekstil ürünleri, Araplar deve ile, Hintliler eşek ve giysiler ile birlikte resmedilmişti. 23 ülkenin temsilcilerinden sonra boğayı ısıran aslan figürü vardı. Buradaki Boğa eski yılı, aslan ise yeni yılı temsil ediyormuş. Aslanın boğayı ısırması eski yılın bitip yeni yılın başladığını sembolize ediyormuş. Kral Darius ‘un heykeli ise değişik şekillerde sütunların arasına ve duvarlara resmedilmişti. Kral Darius’un yüzünü hiçbir heykelde ve duvarda göremedik. İç savaş sırasında Kral Darius’un krallığı hatırlatıyor olması sebebiyle mollalar tarafından Kral Darius’un tüm heykellerinin suratı çizilmişti.


Persepolis şehri içindeki saray ilk yapıldığında her biri 20 metre yükseklikte olan ve üzerinde 2 metre yükseklikte başlıkları olan 100 sütundan oluşuyormuş. Başlıklar boğa ve kartal gibi 2 başlı hayvan şekillerinden oluşuyormuş. 2 başlı heykellerin arasındaki boşluğa da büyük tahta çubuklar yerleştirilerek tavan vazifesi görmesi sağlanmış. Bu kutsal şehrin yapımına M.Ö .521 yılında başlanmış ve yapımı 150 yıl sürmüş. Sütunların ihtişamı ve duvarlardaki ince işi gördükten sonra kentin tamamının normal insanlar tarafından inşa edildiğine dair inancım gittikçe azalıyordu.

Bugün, nisan ayında 2 hafta süren nevruz kutlamaları burada yapılıyormuş. Geçmişte de Persepolis politik bir merkezden çok kutsal bir buluşma yeri olarak bilinirmiş. Persepolis’in gGerçekten enteresan bir enerjisi vardı. Şehre girdiğinizde insan kendisinin genişlediğini hissediyor.


Persepolis gezimizi tamamladıktan sonra Persepolis’ten 10 km uzaktaki dağların içine oyulmuş 4 mezarı görmeye gittik. Buraya Nakş-ı Rüştem diyorlarmış.4 mezar; kral Darius, Darius’un oğlu . I.Xerses, I. Artaxerses II Darius’a aitmiş. Mezarlar dağın duvarları oyularak bu oyukların içine yerleştirilmişti.
Nakş-ı Rüştem ‘i de ziyaret ettikten sonra otelimize geri döndük. Havanın sıcaklığı geçene kadar otelde vakit geçirdik. Akşam üstü saat 18:00’da tekrar şehri gezmeye devam ettik. İlk olarak Şah-ı Çerağ türbesini gezdik. Burası Şii dininde bahsi geçen 12 imamdan biri olan İmam Rızanın öz kardeşi Seyid Emir Ahmed’in mezarı yer alıyormuş. Seyid Emir Ahmed Işıkların şahı olarak bilinirmiş. Türbenin içinde milyonlarca küçük aynalar ile mozaik şeklinde süslenmişti.


Şah-ı Çerağ türbesinden sonra ünlü şair Hafız’ın türbesine doğru yola çıktık. Hafız’ın girişinde, niyet kâğıtları tablası ve tabladaki niyet kâğıtları arasından size özel niyeti seçen kuşları olan İranlı satıcılar ile karşılaştık. Niyetler farsça yazılmış olduğundan niyetleri alamadık ve Hafız’ın türbesinin olduğu bölüme doğru yürümeye başladık. Girişte diğer binalarda da olduğu gibi su fıskiyesi olan etrafında birbirinden güzel çiçeklerin olduğu bir havuz ve havuzun arkasında ise Hafız’ın mezarı görünüyordu. Türbeye doğru yürürken yanıma İranlı bir çocuk yaklaştı ve Hafız’ın hikâyesini anlatmaya başladı. Sanki onunla rehberlik yapması için anlaşılmışız gibi Hafız hakkında bilgi vermeye başladı. Önce yanımdan ayrılmayacak galiba diye düşünürken anlatımını bitirdikten sonra saygılı bir şekilde “İyi Gezmeler” diyerek yanımdan uzaklaştı. İşte gene alışık olmadığımız tarzda bir İranlı daha karşıma çıkmıştı.
Hafız 8 sütun üzerine kurulmuş kubbesi mavi olan bir türbede yatıyordu. Hafız’ın mermerden mezarı üzerinde Hafız’ın şiirleri yer alıyordu. Türbenin bulunduğu alanda çarşı alanı oluşturulmuştu. İranlılar, kendi yaptığı halı, seramik, resim, takı v.b. gibi el işi ürünleri satıyordu. Satış yapılan stantların birinde orada yaşayan Türk gruplarından biri ile karşılaştık. Bu grup halı satıyordu. Bizi hiç tanımadığı halde akşam evine davet etti. Onlara çok enteresan geliyorduk. Türk olduğumuzu duyunca daha da memnun oluyorlardı. Hatta bir keresinde bindiğimiz taksi şoförü eşini telefon ile arayıp telefonu bana verdi ve eşinle konuşmamı istedi. Eşi de sağ olsun sanki 40 yıllık ahbap gibiyiz Uşağım gel biz de kal, gözümün içi, seni çok severim, sana hoşum geldi gibi çok samimi olduğun kişilerle konuşacağınız şekilde sohbet etmişti.
Hafızın türbesinden çıkarken tekrar niyet satan İranlıların bozgununa uğradık. Niyetlerin Farsça yazılmış olmasından ötürü niyetleri alamayacağımızı söylesek de içlerinden birisi Leyla ile bana “Olsun alın bunlar benden hediye” dedi ve sonunda niyetleri almak zorunda kaldık. Akşam otelde resepsiyonda çalışan İranlı kızdan bizim için tercüme etmesini talep etmeye karar verdik.


Hafız’dan sonra diğer ünlü gezgin şair Sadi’nin türbesini görmeye gittik. Sadi’nin en çok bilinen eserleri Boston ve Gülistan’mış. Sadi’nin türbesinde bizimle fotoğraf çektirmek isteyen Beluçlar ile karşılaştık. Beluçlar İran’ın güneydoğusunda yaşıyorlarmış. İranlılar ile çektirdiğimiz bu kadar fotoğraftan sonra günün birinde İranlı birisinin evine gittiğinizde misafir odasındaki büfenin üzerinde benim fotoğrafımı görmeniz an meselesi olabilir.

Sadi’nin türbesinden sonra o akşamki Shiraz gezimiz de sona ermiş oldu ve akşam yemeği için otelimize geri döndük. Yemekten sonra nasıl vakit geçirebiliriz diye düşünürken Leyla’nın aklına tavla oynamak geldi. Leyla ile tavla oynamaya başladık. Tavlaya başladıktan sonra otelin restaurantında çalışan İranlı 2 kız yanımıza oturup bizi izlemeye başladı. Onlar da bizim gibi tavla oynarlarmış. Leyla ile toplam 3 oyun oynadıktan sonra içlerinden birisi bizimle tavla oynamak istediğini söyledi. İranlı kızla bir oyun tavla oynadık. O akşam keyifli geçmişti.


Ertesi gün Shiraz’da son kalan yerleri gezmek üzere kahvaltımızı ettikten sonra yola çıktık. Önce vekil kalesini gezdik. Vekil kalesi Kerim han tarafından yapılmıştı. Kerimhan İsfahan’da yapılan eserlere rakip olarak Shiraz’da birkaç eser yapmak istemiş ancak amacını gerçekleştirememiş gibi görünüyordu. Vekil camiinin girişinde y harfi şeklinde zincirin asılı olduğunu gördük. Bu Y şeklindeki zincirin her biri sırayla din, siyaset ve bilimi temsil ediyormuş. Ortadaki zincirin sembolü dini temsil etmekteymiş.

Shiraz İran’daki son durağımız olduğundan meşhur İran hurması almak için kapalı çarşının içine girdik. Maalesef kapalı çarşı içinde hurma bulamadık. Hurma almadan gitmek istemiyordum. Biraz sancılı da olsa uzun bir yürüyüşten sonra sora sora bir hurmacı bulduk. Bir gün İran’a yolunuz düşer ise hurmalarından almanızı kesinlikle tavsiye ederim.


Öğlene doğru hava sıcaklığı gittikçe artmaya başlamıştı ve biz de otele dönmek zorunda kaldık. Akşamüstü sıcaklar azalınca İrem bağlarını ziyarete gittik. İrem bağları Üstat Muhammed Hasan tarafından yapılmıştı. Güzel bir binası ve binanın etrafından büyük bir alana yayılmış büyük bir bahçesi vardı. Bu bitkiler arasında en meşhur olanı sadece Shiraz’da yetişen Serv-e Naz isimli selvi ağacıydı.

İrem bağlarındaki bahçenin iç kısımlarına gittikçe yapay bir göl karşımıza çıktı. Gölün içinde kırmızı balıklar yüzüyordu. Balıkların enteresan bir yüzüş stili vardı. Hep birlikte havuzun ortasında sema yapar gibi dönüyorlardı. Aralarından yorgun düşenler ise duruyordu. Başta duran bu balıkların ölmüş olduğunu düşünmüştüm. Ancak sonrasında ölen balığın yanına bir balığın geldiğini ve bu balığın ölü gibi gözüken balığa dokunduğunda balığın tekrar hareket etmeye başladığını fark ettim. Sanki nöbet devri yapıyor gibiydiler. Balıkların havuzun ortasındaki semasını izlemek bayağı keyifliydi.
Balıkları seyrederken yanımızda iki kişinin İngilizce konuştuğunu fark ettik. Onlarda balıkların neden sema yaptıklarını konuşuyorlardı. İçlerinden birisi Türkçe konuştuğumuzu duyunca o da bizimle Türkçe konuşmaya başladı. Çocuğun ismi Serkan’dı ve Boğaziçi üniversitesinde mütercim tercümanlığı bölümünü yeni bitirmişti ve bir aydır İran’ı dolaşıyordu. Yanındaki İranlı arkadaşı ile burada tanışmıştı birlikte Shiraz’ı geziyorlardı. Serkan’nın İran macerası çok enteresandı. İran’da nereye gitse tesadüfen konuştuğu kişiler onu evine davet ediyordu. Şimdiye kadar otelde kalmamıştı. Hatta bir keresinde Shiraz’da yaşayan birisi İran’nın farklı bir şehrinde karşılaşmış ve adam ona Shiraz’a geldiğinde kendisine uğraması için ikna etmiş. Bizim Serkan, Shiraz’a geldiğinde adam halen şehir dışında olmasına rağmen Shiraz’daki arkadaşları ile irtibata geçerek Serkan’a evini açmalarını istemiş, Serkan’da adamın evinde kalmaya başlamış. Serkan ve arkadaşı ile kısa sohbetimizden sonra akşam yemeği için Şharzah Traditional restaurantına gitmek üzere yola çıktık. Şharzah Traditional resturantta İran müziği eşliğinden İran’daki son akşam yemeğimizi yedik. Ertesi gün İran’daki son günümüzdü. Uçağımız öğlen 15.30’da Sharjah/Dubai aktarmalı olarak İstanbul’a varacaktı. Sevgili Zafer gezi boyunca hepimizin çektiği fotoğrafları CD ye kopyalayıp hepimize birer kopya verdi. Bu çok nazik bir davranıştı, çok hoşumuza gitti.


Kahvaltımı ettikten sonra Shiraz’daki meşhur kapalı çarşılardan birkaçını gezdim saat 12.00 gibi otele geldim. Bavullarımızı odamızdan aldıktan sonra taksi ile havaalanına doğru yola çıktık. Bir İran yolculuğumuz artık sona ermişti. Yeni bir geziye çıkmaya şimdiden hazırdım.

Sevgiler

İran’da Bir Çöl Şehri; Yezd


Yezd’deki otelimize vardığımızda sabah saat 6:00 dı. Ancak otelin giriş kapısı kilitliydi. Kapının metal tokmağını birkaç kez vurduktan sonra otelin görevli personeli kapıyı açtı. Görevli personel Afganlıydı ve çok iyi İngilizce konuşuyordu. Buraya gelen birkaç türkten de bir kaç kelime türkçe öğrenmişti.
Leyla ile birlikte kalacağımız oda otelin üst katındaydı. Buradaki oteller genelde binanın ortasında büyük bir avlusu olan ve bu avlunun etrafını çevreleyen otel odalardan oluşuyordu. Hepsi eski konaktan bozma binalardı. Afganlı çocuk odamızı gösterirken otelin çatısına göz atmamızı önerdi. Bunun üzerine Leyla ile birlikte çatıya çıktık.

Güneş tam doğmak üzereydi, gökyüzü aydınlığı mı yoksa karanlığı mı seçsin bilemiyordu. Alınması gereken karar çok zordu. Aydınlık ve karanlık her ikisi de çok cazip görünüyordu. Sonunda karanlık, aydınlığa teslim oldu. Taştan yapılmış kum renkli evler güneşin doğuşu ile turuncu rengini alarak aydınlandı. Orient otelin çatısından mavi çinili minareleri olan camii ve diğer binaların görüntüsü muhteşemdi. Leyla ile birlikte bu güzel görüntüyü kaçırmadan fotoğraflarım. Etraf iyice aydınlandıktan sonra odamıza gidip duş aldık ve 3 saat kadar kestirdik.


Yezd’deki günlerimizde hava bayağı sıcak geçeceğe benziyordu. Yezd’te tam tamına 2 gün bir gece kalacaktık. Yezd şehrinin bulunduğu bölge çöl bölgesiydi ve çöl tarafının fotoğrafları muhteşemdi. Belki ertesi gün öğleden sonra gruptakilerden ayrılıp çöl bölgesine bir göz atabilirim diye düşündüm. Bu düşüncemi bu günün performansına göre hayata geçirebilecektim. Zira bu sıcakta çöl bölgesine gitmek intihar olabilirdi. Nasılsa daha önce Dubai, Bahreyn ve Tunus taraflarında çöl gördün diyerek kendimi avutmayı seçebilirdim.
Yezd'deki ilk günümüzde kaldığımız otelin kardeş oteli Silk Otelde kahvaltımızı yapmak üzere otelden ayrıldık. Otelde bizim dışımızda birçok Avrupalı turist kalıyordu.

Kahvaltıdan sonra Ateşgede, Zerdüşt tapınağına gitmek üzere yola çıktık. Zerdüşt tapınağında Zerdüştların ünlü kutsal ateşi saklanıyordu. B

uradaki kutsal ateş 470 yılından beri hiç sönmeden yanıyormuş. Görevli rahipler badem ağacı veya kayısı odunları ile 24 saat ateşi besliyorlarmış. Düşünebiliyor musunuz yüzyıllardır hiç sönmeden yanan bir ateş !!!! Zerdüstlar İran’da karşılılaştıkları sıkıntılar sebebi ile bu ateşi Hindistan’a taşımayı düşünüyorlarmış. Belki de hemen gelip bu ateşi görmeniz iyi olabilir. Ateşgede ateşini gördükten sonra Atesgede’nin yan sokağındaki kültür merkezine gittik. Burada Yezd halkı tarafından yapılmış seramik hediyelik eşyalar, Yezd'e ait fotoğraflar ve Zerdüşt dinine ait sembol ve kitaplar sergileniyordu. İsterseniz beğendiğinizi satın alabiliyordunuz.

Kültür merkezinden çıktıktan sonra dışarısının bayağı sıcak olduğunu fark ettik ve gezimize akşamüstü devam etmek üzere otelimize geri döndük. Bu sıcakta ısrarla gezmek akıllıca olmayabilirdi. İstanbul'dan Sevgili Gülay arkadaşım bu durumu hissetmiş ki otele vardığımızda facebooktan " verdiğin sözü tutuyorsun değil mi" şeklinde bir mesaj atmıştı. Önce ne demek istediğini anlamadım. Ve neyi şeklinde cevap verdim. O da İran’a gitmeden önce “ Sıcaklarda, arada bir mola ver her yeri göreceğim diye sağlığını tehlikeye atma biraz dinlen “ şeklinde yapmış olduğu uyarıyı bana hatırlattı. Çünkü her hangi bir şehri gezmeye gittiğimde oranın şartları ne gerektiriyor ise kendimi unutup kolayca orayla bütünleşebildiğimi çok iyi biliyordu. Ve ona sözümü tuttuğumu, sıcakta gezmeyip otele geldiğim bilgisini verdim.

Yezd, yüzyıllar öncesinden ipek yolunun geçtiği önemli sehirlerden biriydi. Değişik büyüklükte kum renkli binaları, alçak tünellerin olduğu sokakları, su kümbetleri ile şimdiye kadar gördüğümüz İran şehirlerinden farklıydı. Her bölgede bir su kümbeti vardı. Su kümbetlerinin içine girip yerin altına doğru indiğinizde etraf serinlemeye başlıyordu. Su kümbetleri sanki doğal soğutma alanları gibiydi. Eskiden insanlar serinlemek üzere yeraltına iniyorlar veya yiyeceklerini buralarda soğutmaya bırakıyorlardı. Bir de Bad-ger denilen rüzgâr kuleleri var. Bad-gerler çölün sıcak rüzgârını belirli bir açıyla içeri alıp evin alt bölümüne getirerek soğutmayı sağlayan yüksek baca sistemleriydi.
Yezd'deki İranlıların yaşadıkları evlerin kapıları tahtadandı ve 2 farklı şekilde metal kapı zilleri vardı. Gelen misafir erkek ise erkek işaretini temsil eden metali tahta kapıya vuruyordu. Bu şekilde kapıyı açan kişi erkek misafire uygun bir şekilde giyinerek kapıyı açıyordu.


Yezd'deki ikinci günümüzde, sıcağa kalmadan Sessizlik Kulesi Ateşgede’yi görmek üzere sabah kahvaltısını yapmadan sabah saat 7:00 gibi yola çıktık. Sessizlik kulesi şehrin 2 km uzağında Dakhne denilen yerdeydi. Buralar, Zerdüştların ölülerini terk ettikleri şehir dışındaki kutsal tepelerdi. Doğal hayatı korumak adına ölülerini gömmeyip bedenlerini vahşi hayvanların yemesi için buradaki tepelere bırakıyorlardı. Vahşi bir hayvanlar ölünün ilk olarak sağ gözünü yer ise ölünün iyi bir geleceği olacağına, sol gözünü yer ise ruhunun azap çekeceğine inanıyorlardı. Ancak bu âdeti 1960 yıllarında bırakmışlardı. Sessizlik kulesinin tepesine çıktığımızda Zerdüştların ölülerini bıraktıkları çukuru gördük. Biraz Zerdüşt havasını kokladıktan sonra tepeden aşağıya indik ve dosdoğru otelimize gidip kahvaltımızı yaptık. Kahvaltımızı yaptıktan sonra İmam meydanında biraz dolaştık ve Camii Mescid ( Cuma camii)'i görmek üzere yola çıktık. Bu camii 1365 yılında yapılmıştı ve minaresinin yüksekliği 48 metreydi. Minaresinin yüksekliği acısından İran’daki diğer camiler arasında ilk sırayı alıyordu.

Camii Mescidi’den sonra 12 imam Türbesine gittik. Şiilikte kabul edilen 12 imamın temsili cenaze törenleri burada yapılmaktaymis. 12 imam türbesinden sonra hemen karşısındaki İskender Hapishanesini görmeye gittik. Bu hapishane 1360 yılında Ziyaettin Hüseyin Rıza tarafından yapılmıştı. İlk yapıldığında bu bina medrese eğitimi için kullanılmış. Sonradan İskender döneminde burası savaş esirlerinin tutsak edildiği yer haline getirilmiş.


İskender Hapishanesinden sonra ise su müzesine gittik. İranlılar içme ve sulama suyunu taşımak için yaptıkları “ Qanat” adı verilen yer altı kanallarını 2000 yıldan beri kullanıyorlardı. Bir Qanat’ı inşa etmek için öncelikle bir yer altı su kaynağı bulmak gerekiyordu. Bu da yerin 100 m altına inmek demekti. Kaynak bulunduktan sonra sıra suyu yukarı doğru çekmeye geliyordu. Bu şekilde hem su ihtiyacı karşılanıyor hem de yiyecekler için serin ortam sağlanıyordu. Su müzesinde “ Qanat” U yapımı ve hangi aletlerin kullanıldığı resmedilmişti. Yapılanları görünce önceki yazıda da bahsettiğim gibi bu insanların farklı evrenlerden geldiğine inanmak çok daha kolaylaşıyordu. Müzede 50 m derinlikteki Qanati gördük.


Günün sonunda ise 14. yy dan kalma Emir Çakmak kompleksini görmeye gittik. Binanın hemen önünde ise tahtadan yapılmış Nakhl Palmiye aracı duruyordu. Nakhl Palmiye aracı 3.İmam Hüseyin’in tabutunu sembolize ediyormuş. Aşure gününe birkaç hafta kaldığında bu aracı süsledikten sonra ellerinde ziller ve davullar ile ağıtlar yakıp kurandan ayetler okuyarak kutlamalara başlarlarmış.
Emir Çakmak meydanında birkaç fotoğraf çekiyorken sanki yakınlarda Zurhane gösterisi varmış gibi davul sesleri duyduk. Sese doğru yönlendiğimizde ise kendimizi bir Zurhane’de bulduk. Burada gösteri İsfehan'da gördüğümüze göre biraz zayıf kalmıştı. Sanırım biraz daha çalışmaları gerekiyordu. Zurhane’den çıktığımızda hava kararmıştı. Ve 1796 yılında yapılmış, 1826 yılında ise onarılmış yerin 15 m altındaki eski hamamdan bozma bir resturantta akşam yemeğimizi yedik. Günün sonunda hepimiz yorgun düşmüştük. Yemekten sonra dosdoğru otelimize gittik.


Ertesi gün yani Yezd’deki son günümüzde gezilmesi gereken bir çok yeri gezmiş olduğumuzdan otobüsün kalkış saatine kadar gruptaki herkes kendi kafasına göre şehri dolaşacaktı. Benim planım Yezd’ in meşhur kapalı çarşısını gezmekti. Sabah kahvaltımı yaptıktan sonra yürüyerek kapalı çarşıyı gezmeye gittim. Kapalı çarşı kendi içinde birçok çarşıya açılıyordu. Yolunuzu kaybetmeniz an meselesi gibiydi. Şehirde 12 farklı tarihi pazar vardı. İpek, kaşmir, yün ve şalların satıldığı, ev eşyalarının satıldığı, kuyumcuların bulunduğu bir sürü kapalı çarşı vardı. Kapalı çarşı gezintimden sonra saat 12:00 ye doğru otele gittim ve bavulumu kapattıktan sonra otelin lobisinde grubun diğer üyeleri ile buluştum.

Kısa da olsa Yezd’deki yolculuğumuz sona ermişti. Doğruyu söylemek gerekir ise kış mevsiminde Yezd’i ziyaret etmek daha akıllıca olacaktı. Bu şekilde hem çölü hem de dağların üzerinde bembeyaz karı görme imkânı olabilirdi.

Şimdilik Yezd ile vedalaşma zamanı gelmişti….

Sevgiler


Zerdüşt dininin başlangıcı hakkında bir kaç bilgi: Zerdüştların sembolü Fravater adı verilen bir kuş adamdı. Bu dinin temeli düşüncede, sözde ve davranışlarda saflığın sağlanmasına dayanıyordu. M.Ö 683 yılında Zerdüşt 2 yaşındayken din adamları, Zerdüştun ileride büyüyü yok edeceği ve din adamlarının çıkarlarını engelleyeceğine inandıkları için küçük Zerdüştu ateş tapınağına bırakmışlar. Çocuğun korkmadan ateşle oynadığını görünce olağanüstü gücü olduğuna inanmışlar ve 7 yaşında onu dini eğitime almışlar. Yetişkin olduğunda dervişler gibi köy köy dolaşmaya başlamış. Dünyadaki kötülüğü yok etme yolunda aradığı bilgiyi bulmak için Sabelan dağına tırmanmış ve burada Tanrı Ahura Mazda ile karşılaşmış. Tanrı Ahura Mazda, ona Avesta isimli bilgelik öğretilerini aktarmış. Bu öğretiye göre iyilik ve kötülük olarak 2 farklı güç varmış. Ahura Mazda her zaman iyilikle birlikte kalmayı seçmiş. İnsanoğlu iki güçten hangisini seçer ise bu onun kaderi olacakmış.

İsfahan’a Doğru Yol Alıyoruz.




Akşam saat 23:00'da bizi Tahran’dan İsfehan’a götürecek trene bindik. Kompartımanımız 6 kişilikti. Kompartımanın yan duvarlarnda ranza usulü üçer yatak üst üste yerleştirilmişti. Ben ortadaki yatağı seçtim. Yatak çarşaflarımızı serip yataklarımıza uzandık. Sabah saat 6.00’da görevlinin kompartımanın kapısını vurmasıyla uyandık. Görevli İsfehan’a geldiğimizi haber veriyordu.

İsfehan’a varır varmaz direk otelimize gittik. İsfehan’da kalacağımız otelin ismi Jemşit Oteldi. Jemşit otel yeni yapılmış bir oteldi. Sabah çok erken geldiğimiz için odalarımız henüz hazır değildi. Bavullarımızı otelin bavul odasına bıraktıktan sonra açık büfe kahvaltısı ile meşhur olan başka bir otele gittik. Yolda elinde sevgili Zafer’in yazmış olduğu İran gezi kitabı olan bir çifte rastladık. Türkiye’den otobüs ile İran’ın sınır şehri Tebriz’e gelmişler. Tebriz’den Tahran’a, Tahran’dan da İsfehan’a geçmişlerdi. Tebriz’de birçok Türk ile karşılaşmışlardı. Bizim gibi İran’ın önemli şehirlerini gezeceklerdi. Kahvaltı yapacağımız otele onlarda bizimle birlikte geldiler. Sevgili Zafer akşam Zurhane’de yapılan özel bir gösteriyi izlemeye gideceğimizden bahsetti. Dualar ile birlikte zor hareketlerin yapıldığı özel bir gösteri olacaktı. Genç çift de bizimle birlikte Zurhane’ye gelmeye karar verdi.


Hurma ve helvalar ile birlikte zengin bir sabah kahvaltısı yaptık. İran’nın ünlü aş çorbasını denedik. Keyifli bir kahvaltıdan sonra otelimize gidip odalarımıza yerleştirdik. Odamızda bir saat kadar dinlendikten sonra eski adı Şah Meydanı, şimdiki adı ile İmam meydanı olan bölgeye doğru yürümeye başladık. İsfehan’da da aynı şekilde sokaklarda yürürken birçok meraklı insanın bakışlarına maruz kaldık. O gün belki yüz milyon kere “Hello” demişsizdir.
İsfehan önemli tarihi eserlerinin bulunduğu bir şehirmiş, bakalım burada neleri göreceğiz. İmam Meydanına vardığımızda meydanın tam ortasında diğer tüm yerler gibi su fıskiyeleri olan dikdörtgen şeklinde bir havuz gördük. Havuzun kenarında ise insanların oturmaları için banklar, çayır alan, yol ve sonrasında sıra sıra dükkânlar ile yer alıyordu. Bu meydanın uzunluğu 512 m, eni ise 162 metreymiş. İlk yapıldığında polo sahası olarak kullanılıyormuş.İmam meydanının dört ayrı giriş kapısı vardı veh er biri sırayla ekonomi, ilmi, siyaset ve dini temsil ediyordu. İmam meydanı aynı zamanda Unesco’nun dünya mirasları listesinde de yer alıyordu. İsfehan'nın yay burcu olması sebebiyle meydana açılan kapılarda ana figür, yay burcu motifleri idi. Yay burcu mitolojideki sembolü gibi keçi bedenli ve yılan kuyruklu ejderha olarak gösterilmişti. Meydanın etrafındaki dükkânların arka kısmından şehrin önemli tarihi eser ve kapalı çarşılarına açılan dar sokaklar yer alıyordu. Anlayacağınız bir günde imam meydanının tamamını gezip görmek imkânsız gibi görünüyordu.

İsfehan’daki kapalı çarşıdan almak istediğim iki şey vardı. Bir tanesi Şerif-i Şems diğeri de İran sürmesiydi. Şerif-i Şems, anlamlı bir taştı. Yılda sadece bir günde (8 nisan) çölde yaşayan insanlar tarafından Sarı agad taşının üzerine “şerif-i şems” yazısı yazılıyormuş. Bu taşa sahip olanların hayatı o günden sonra artık eskisi gibi olmuyormuş. Ayni zamanda bolluk ve bereketin sembolüymüş. Birkaç tane !!!! alıverdik tabii.
Çarşı içinde biraz dolaştıktan sonra Azadegan isimli bir çay bahçesine gittik. Çay bahçesi içinde rengârenk farklı şekillerde ve değişik bir sürü fanuslu lamba vardı. Nargile, çay ve kahve ikram ediliyordu. Biz de birer çaydanlık çay ısmarladık. Çayımızı içerken bende aldığım sürmeleri denedim. Sürmeler fena olmamıştı. Kara kara gözlerle İranlılara benzemiştim. Bu arada sürme ile ilgilenenler için önemli bilgi : Sürmelerin güzel görünmesi için ucu sivri tahta çubuk ile göze sürülmesi gerekiyormuş.


Çayhaneden çıktık. İmam meydanındaki kapalı çarşıyı şöyle bir gezdikten sonra dünyanın en ince işleri ile dekore edilmiş olan İmam camii’nin kapısından içeriye girdik. Bu camiinin yapımına 1612 yılında başlanmış, 1638 yılında da tamamlanmıştı. İmam camiinin avlusu 20 bin m2 imiş. O zamanlardaki kısıtlı imkânlarla bu kadar yüksek tavanlı ve ince çini işleri olan binaların yapılmış olması gerçekten enteresandı. Kesinlikle bir tılsım kullanılmış olmalıydı. Veya başka bir diyardan gelip bu güzel eserleri yapıp gitmiş olabilir veya halen aramızda yaşıyor olabilirlerdi.

İmam camiinin akustiği ise muhteşemdi. Şöyle ki; Camiinin 38 m yükseklikteki 10 m2 alanı olan özel bir giriş bölümü vardı. Bu bölümün bir köşesine gidip kısık sesle konuşmaya başladığınızda tam karşı köşede duran bir insan söylediklerinizi net bir şekilde duyabiliyordu. Ayrıca Camiinin içindeki kubbenin tam ortasında da başka bir akustik harikası daha vardı. Bu akustik harikası yere kare şeklinde siyah taş yerleştirmişlerdi. Bu taşın üzerine basıp yukarı doğru bir şeyler söylediğinizde tüm binada sesiniz yankılanabiliyordu. Bu bölgede 49 farklı yerden ses yankılanıyor olmasına rağmen biz insanlar sadece 12 tanesini duyabiliyormuşuz. Bu da bir takım insanların farklı diyarlardan gelip bu binaları yaptıklarının bir başka kanıtı olabilir. Ne dersiniz?

İmam camiinden sonra Ali Gapu Sarayına gittik. Burası 48 m yükseklikte 7 katlı bir binaydı. Buradan imam meydanına tepeden bakılabiliyorduk. Özellikle 6.kattaki akustik özelliği ve o zamanın yüksek binası olması ile biliniyordu. Şah burayı hem çalışma ofisi olarak kullanmış hem de yabancı konuklarına burada özel konserler verdirmişti.


Ali Gapu sarayından sonra 40 sütun sarayına gittik. Aslında bu binanın toplam sütun sayısı 20’ydi. Ancak binanın önündeki havuza 20 sütunun yansımasından dolayı 40 sütunlu saray deniyordu.

Akşam üstü meşhur Cuma camisini gezmeye gittik. Bu arada yolumuzun üzerinde Selçuklulardan kalma 1000 yıllık minareyi görme fırsatını da elde ettik. Cuma camii, İsfehan’ın en eski eserlerinden biriymiş. Burası da Unesco’nun dünya mirası listesinde yer alıyormuş. İlk yapıldığında Zerdüşt dinine ait bir tapınakmış. İslam’ın gelmesi ile bu yapı camiye çevrilmiş. Camiinin içinden yer altına inen bir merdiven vardı. Bu merdivenden aşağı doğru indiğimizde kışlık namaz salonuna vardık. Buranın enerji gerçekten enteresandı. Meditasyon denemesi yaptığımda normale göre daha çabuk odaklanabildiğimi fark ettim. Kişiyi hızlı bir meditasyona sokan enerjisi vardı.


Akşam yemeğini Bastani denilen çarşı içindeki güzel bir restaurantta yedik. Ben yine her zamanki gibi dizi ısmarladım. Akşam yemeğinden sonra ise Zurhane gösterisine katılmak üzere yola çıktık. Gösteri 20:30 gibi başlayacaktı.
Zurhane spor hareketleri ile birlikte duaların edildiği özel salonlardı. Zurhane’de gösteriyi yöneten kişiye mürşit adı veriliyordu. Mürşit davulu ile birlikte gelerek salondaki yerini aldı ve dua ederek elindeki davulla ritim tutarak gösteriyi başlattı. “Ey Ali Ey Ali, Her ne yaparsan Ali, Sen Bana Allah adına yardım et” şeklinde dua ettikten sonra teker teker güç gerektiren hareketlere başladılar. Hareketler güçleştikçe aynı dua tekrarlanıyordu. İlk olarak zayıf çelimsiz bir İranlı adam dua ederek gösteri alanına geldi. Arka üstü yere yattıktan sonra iki büyük kapıyı yere değdirmeden ahenkli bir şekilde hareket ettirmeye başladı. Kapılar bayağı ağırdı ve adamın boyuna göre büyüktü.

Kalkanı eline aldığında “ Her nefes alışımızda tekrarlayın, Sadece Allah kuvvetin kaynağıdır “ şeklinde dualar okuyorlardı. Hareketlerin arasında da mürşit, çeşitli süreler okuyordu. Surelerin sayısı Hz Ali’ye ilk olarak inanan insanların sayısı kadardı. Kapılar ile ilgili gösteri bittikten sonra diğer sporcular yavaş yavaş gösteri yapılan bölüme gelerek kendi güçlerine uygun lobutları seçtiler ve lobutları ahenkli bir şekilde hareket ettirmeye başladılar. Lobutların ağırlıkları 1-40 kilo arasında değişiyordu. Lobutlar ile ilgili çalışma bitince üzerinde zilleri olan demir yaydan yapılmış aletleri hiç yere indirmeden ellerini yukarıya kaldırarak sallamaya başladılar ki gösterinin bu kısmı gerçekten büyük güç gerektiriyordu. Onca ağır aletleri sanki içleri boş pamuktan yapılmış gibi hareket ettiriyorlardı. Çalışmanın sonunda Hz Ali, Muhammed ve Allaha şükran duası yaptılar ve sonrasında teker teker sema dönüşü yapmaya başladılar. Buradaki sema dönüşü bizim bildiğimizden farklıydı. Yumuşak yavaş dönüşler yerine hızlı dönüşlü sema yapıyorlardı. Bazı İranlılar bu hareketi yaparken sanki iki kolları birleşiyor, pervane haline görünüyordu.


Akşam özel aydınlatması olan ünlü Sio Se pol köprüsünü görmeye gittik. Köprü 300 metre uzunluğunda 33 ayrı taş kemerden yapılmıştı ve İsfehan’ı boydan boya ikiye bölüyordu. Köprünün üzerine kurulduğu nehir yılın bu zamanında kurumuştu. Sadece yayalar tarafından kullanılan bir köprüydü. Köprü gezimizden sonra otelimize döndük. Ertesi gün sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 16:00’a kadar herkese serbest zaman verildi. Ben de İmam Meydanındaki çarşının daha önce uğramadığım bölümlerini gezdim.


Akşam üstü 16:00’da buluştuğumuzda hep birlikte Minare-i Junban ( Sallanan Minare) yi görmeye gittik. Burası İsfehan şehir merkezine 6 km uzaklıktaydı. Binada 2 tane minare vardı. Günün belli saatlerinde oradaki görevlilerden biri minarenin içine giriyor bedeni ile minareyi sallıyordu. Hep birlikte bu tuhaf olaya şahit olduktan sonra İsfahan şehir merkezinin dışındaki yapay şalelerin olduğu bir yere gittik. İsteyen buradaki tepeye teleferikle çıkabiliyordu. Hava o kadar sıcaktı ki teleferik ile tepeye çıkmak yerine havalandırması olan bowling salonunda grubu beklemeyi tercih ettim. Gruptakiler teleferik gezisini tamamladıktan sonra beni bowling salonundan aldılar. Ve o bölgedeki Zagros restaurantına gittik. Buradan İsfehan şehrine tepeden bakıyor gibiydiniz. Yemekler de çok güzeldi. İsfahan’daki son akşam yemeğimiz bayağı keyifli geçmişti. Tam karşımızda ışıl ışıl İsfahan, lezzetli yemekler, püfür püfür esen keyif veren bir rüzgâr vardı.


Akşam yemeğinden sonra İmam meydanı gece ışıklar altında son bir kez gördükten sonra kaldığımız otelden bavullarımızı alıp taksi ile otobüs terminaline gittik. Otobüsün koltuklarının arası genişti ve istenir ise yatar pozisyona geliyordu. Benim şansıma tekli koltuk düştü. İran’da bu derece lüks bir otobüse binmeyi hiç beklemiyordum. 5 saat sonra Yezd’e vardık. Yezd'e düşündüğümüzden de erken varmıştık, otobüs garından taksiye binerek burada kalacağımız otele geldik.

Artık İsfehan günleri bitmiş. Yezd günleri başlıyordu.
Sevgiler

Nihayet Qum Şehrini Görebileceğim


Qum; Şiilerin en kutsal şehirlerinden biri... Şehir geçmişte İslami ilimlerin öğrenim merkeziymiş ve bu sebeple burada bir sürü medrese inşa edilmiş. Eğitim ve öğrenim gormek için insanlar bu şehre gelirlermiş. İç savaştan sonra mollalar bu şehre yerleşmişler.


Qum şehrinin adını ilk olarak Bangkok gezim sırasında fotoğrafçılık yapan bir dostumdan duymuştum. Neden bilmem Qum şehri o günden sonra ilgi alanıma girmişti. Qum şehrini bir gün mutlaka görmeyi, kafama koymuştum. Ve sanırım o gün bugündü. O sabah heyecanla yataktan kalktım ve herkesten önce otelin restaurantına inip kahvaltımı yaptım. Akşam İsfahan'a gideceğimizden Qum'a gitmeden önce bavulumu toparlamak için odaya çıktım. Restauranta tekrar döndüğümde grup üyeleri ile resepsiyon görevlisi hanımın bana doğru baktığını fark ettim. Hayırdır inşallah diye içimden geçirirken Sevgili Zafer resepsiyon görevlisi hanıma bize söylediklerini Sibel’e de tekrarla istersen dedi. Resepsiyon görevlisi hanım Hz. Zaman’nın doğum günü kutlamaları sebebiyle herkesin Qum’a gitmek üzere yola çıktığını ve bizi götürecek minibüs şoförünün trafiğin yoğun olması sebebiyle 1,3 saatlik yolun ancak 4 saatte aşılabileceğini dile getirerek bizi Qum şehrine götürmekten vazgeçtiğini söyledi. Bu bilgi üzerine grup üyeleri Qum şehrine gitmekten vazgeçmişti. Ama ben ısrarlıydım.” Okey , peki ben tek başıma nasıl gidebilirim “ diye sordum.

Resepsiyon görevlisi hanım otobüs garına gittiğimde beni Qum şehrine götürecek bir araç bulabileceğimi söyledi. Bu arada o gün akşam İsfahan’a gitmek üzere Tahran'dan tren ile ayrılacaktık.Trenimiz saat 23:00 da hareket edecekti. Sevgili Zafer, trafiğin çok kötü olması durumunda aksam üstü Qum şehrinden Tahran’a geri dönmek yerine direk İsfahan’a gitmemin daha mantıklı olacağını söyledi. Ben de İsfahan’daki otel ve tren detaylarını aldıktan sonra hemen yola koyuldum. Bir an evvel yola çıkmakta fayda vardı. Otogara gitmek için bindiğim taksinin şoförü şansıma İngilizce biliyordu. Oto gara geldiğimizde beni Qum'a giden paylaşımlı taksilerin bulunduğu bölümde indirdi. İçerisinde 2 kişi olan bir paylaşımli taksiye bindim. Tek kişiyi bekliyorduk ki taksileri yöneten adam birazdan yola çıkacak olan başka bir taksiye binmemi teklif etti. Hemen bindiğim taksiyi değiştirdim. Yanıma yolda okumak için kitabımı ve suyumu almıştım. Yoğun trafiğe hazırlıklıydım. Gidiş gelişi 4 şerit olan high way’a çıktık. Peki, yol durumu nasıldı dersiniz ?


Yol bomboştu. Paralel evrenlerden trafiği olmayan Qum yolu versiyonu belirivermişti sanki. Ve bir saat yirmi dakika gibi kısa bir zamanda Qum şehrine vardım. Ancak taksi şoförü beni şehrin dışında bırakmıştı. Bir şekilde şehre gitmenin yolunu bulmalıydım. İngilizce bilen birini ararken durakta oturan görevliye İngilizce bilip bilmediğini sordum. Tabii ki bilmiyordu. Ben de şehrin içinde tek bildiğim yer olan “Hz.Masume Türbesi”nin ismini söyledim. Görevli ne demek istediğimi hemen anladı. Etrafına şöyle bir bakındı. Yerinden kalktı, durağa yanaşan otobüsün içindekiler ile konuşmaya başladı. Otobüsün içinde bir sürü çarşaflı kadın vardı. Görevli adam kadınları göstererek bu otobüse binmemi istedi. Otobüsteki kadınlar da bana gel gel işareti yapıp gülüyorlardı. Ben de onlara gülümsedim ve otobüse bindim. Aralarında yaptıkları konuşmaları anlamıyordum. Hz Masume’ye mi gibilerinden bir şeyler soruyorlardı bana. Ben de evet der gibi başımı salladım. Yanımda oturan yaşlı bayan yanlış anlamadıysam ismimi sordu. Sibel diye yanıtladım. Tüm otobüsün içinde Sibelmiş, Sibelmiş şeklinde ismim yayılmaya başladı. Sonra nereden geldiğimi sordular. Ben İstanbul, Türkiye deyince yine aynı şekilde İstanbul’muş, İstanbul’muş sözcükleri tüm otobüsün içinde yankılandı. Onlarda grup olarak Shiraz'dan geliyorlarmış.


Sonunda hep birlikte Qum şehrine ulaştık. Otobüs ücretini ödemek istesem de Shiraz'lı hatunlar ödeme yapmama izin vermediler. Bundan sonra kocaman kadınlar ordusu tarafından korumaya alınmış bir şekilde Hz Masume’nin türbesine doğru yürümeye başladım. Türbenin kapısından içeri girdikten sonra grubun tamamı abdest alınana bölüme doğru yürümeye başladılar. Hep birlikte abdestimizi aldık ve türbenin bulunduğu meydandan geçerek türbenin girişine geldik. Giriş kapısındaki adam bana bakıp “Çador” diye söylenmeye başladı. Kadınlarda o harici diyorlardı. Anladığım kadarıyla Shiraz'lı hatunlar yabancı olduğum için çadora ihtiyacım olmadığı konusunda adamla tartışmaya başlamışlardı. Bu konuşmalar devam ederken yanıma genç bir hanım yaklaştı ve kendi çadorunu bana vermeyi teklif etti. Ben de emin misin şeklinde el, göz hareketi yapmama rağmen genç bayan kendi çadorunu almam konusunda ısrar etti. Sanki sabahtan beri buraya gelmem için herkes hayatımı kolaylaştırıyordu. Genç bayanın çadorunu aldım ve türbenin bulunduğu bölüme girdik. İçerisi diğer camilerde olduğu gibi milyonlarca küçük ayna parçaları ile mozaik şeklinde süslenmişti. Türbeye giren herkes Hz Masume'nin türbesine dokunabilmek için birbirini ittiriyordu. Yanımdaki Shiraz’lı bayan turbeye dokunmak isteyip istemediğimi sordu. Ben evet der demez bir grup hatun beni kalabalığın içine doğru hızla itmeye başladı. Nasıl ilerleyeceklerini çok iyi biliyorlardı.Çünkü kısa sürede türbenin önüne gelmiş ve Hz Masumenin türbesine dokunabilmiştim.


Türbeye dokunduktan sonra geri çekildim ve dua etmeye başladım. Birden duygusallaştığımı hissettim. Aynı duygusallaşma Hz. Muhammed’in Mekke’deki mezarını görmeye gittiğimde, Dalai Lama ile karşılaştığımda da olmuştu. Bu kadın önemli bir zat olmalı diye düşündüm. İlk fırsatta Hz Masume’yi gugullamaya karar verdim.

Tüm dostlarım ve sevdiklerim için dua etikten sonra öğlen ezanı okunmaya başladı. Shirazlı hanımlar onlarla birlikte namaz kılmamı istediler. Yaptıkları onca yardımdan sonra “hayır” demek büyük saygısızlık olacaktı ve ben de tekliflerini kabul ettim. Birlikte bayanların namaz kıldıkları bölüme gittik. Namaz kılarken Mühr-i Namaz taşını yere koyup alınlarını da bu taşa dokunuyorlardı. Bu taş Kerbala topraklarından geliyordu. Tüm Şii cemaati ile birlikte namaz kıldıktan sonra Shiraz’lı bayanlara teşekkür ederek oradan ayrıldım.


Bir sure daha Qum Şehrini biraz dolaştıktan sonra Tahran’a doğru yola koyuldum. Dönüş yolumda da trafik yoktu. Evet kesin bana özel bir boyut açılmıştı. Şansım yaver gitmişti..Tahran’a vardığımda sevgili Leyla ile haberleştik ve bir saat sonra Park-ı Lale’de buluşma üzere sözleştik. Buradaki modern sanat müzesini ziyaret edecektik. Ama maalesef Hz Zaman’nın doğum kutlamaları sebebiyle müze kapalıydı. Biz de Park-ı Lale’nin yakınındaki genelde sanatçı ve sanat meraklılarının gittiği Sanatçılar Lokaline gitmeye karar verdik. Cafe’de doğal ürünler, doğal içecekler satılıyordu. Kendimize sekersiz limonata ısmarladık. Limonataların yanında irmikle yapılmış çok güzel bir kek ikram ettiler. Burada 2 saate yakın zaman geçirdikten sonra otele gidiş yolunda ünlü Firdevs heykelini de ziyaret ettik.

Otele varır varmaz güzel bir duş aldım. Otel görevlisi bir odasını otelden ayrılana kadar bizim kullanımımıza tahsis etmişti. Otelde biraz oyalandıktan sonra İsfahan’a gitmek üzere tren garına doğru hareket ettik.
Tahran’daki son günümüzde burada sona ermişti.

İsfahan’da görüşmek üzere
Sevgiler

Önemli Not: Sonradan internette Hz Masume’yi gugulladığımda Hz Masume Fatime’nin İslam dünyasındaki kutsal kişilerden biri olduğunu öğrendim. Şii inancına göre Allah ve peygamber tarafından tayin edilen ilk imam Hz Ali’ymiş. Ve onun soyundan 11 imamın geleceğine inanıyorlar. İşte bu imamlardan gerçeği bilen olarak bilinen 8. İmam Rıza’nın kız kardeşi ve 7 imam Musa’nın kızı, Hz Masume’ymiş. Hz Masume için daha babası doğmadan dünyaya geleceğine dair öngörülerde bulunulmuş. Ve Hz Masumenin türbesini ziyaret edenin cennete gitmekle ödüllendirileceği söylenirmiş. Ayrıca Qum şehri Şii halkı için dünyanın en büyük merkezi ve önemli bir hac yeriymiş.

14 Ağustos 2011 Pazar

İran Gezimize Tahran ile Başlıyoruz.


24 Temmuz akşamı saat 20:00’da Tahran'a

gitmek üzere Sabiha Gökçen havaalanında check in işlemlerine başladım. Aynı saatlerde Tayyip Erdoğan’da havaalanındaydı ve görevli personelin çoğu Tayyip Erdoğan’a tahsis edilmişti. Türk ve diğer ülke vatandaşlarının pasaport kontrolü için çalışan sadece 3 görevli vardı. Uzun süren pasaport kontrolünden sonra Free shopların bulunduğu bölümdeki restaurantta oturup grubun diğer üyelerinin gelmesini bekledim. Uçağımızın kalkmasına daha 2 saat vardı. Bir müddet sonra İran gezisi rehberimiz Sevgili Zafer Bozkaya telefon ile beni aradı. Grup üyeleri ile birlikte havaalanına yeni geldiklerini ve uçak biletimde bir sorun olduğunu söyledi. Check-in yapmış olduğum halde yolcu listesinde görünmüyordum. Neyse ki Pegasus görevlilerinden birisi gelip biletimi aldı ve check-in işlemim tamamladı. Grubun bir üyesi Sevgili Leyla hariç İran’a gitmek için hazırdık. Leyla da aynı saatlede, THY ile Atatürk Havalimanından Tahran’a gelecekti.

Sabah karşı saat 4:00 gibi İran topraklarına ayak bastık. Uçaktan inmeden önce uzun siyah elbisemi giyip başörtümü taktım. Siyah elbisem sayesinde içime fazla bir şey giymeden İran’da rahatça dolaşabilecektim. Anlayacağınız siyah elbisem yolculuğum boyunca benim formam olacaktı. Pasaport kontrolünden sonra havaalanındaki cafe’de oturup Türk hava yolları ile gelecek Leyla’yı beklemeye başladık. Kahvelerimizi tam yudumlamıştık ki Leyla yanımıza geldi. Herkes merakla İran’ı keşfetmeyi bekliyordu. Ancak İran’a gelir gelmez aldığımız haber Tahran gezimizi etkileyecek gibi görünüyordu. Tahran’dan kalacağımız 3 gün süresince dini açıdan önemli bir insan olan İmam Zamane’nin doğum günü kutlamaları yapılacaktı. Kutlamalar sebebiyle Tahran’da gitmeyi planladığımız bazı yerlerin kapalı olma olasılığı vardı. Bu durumda 3 gün boyunca Tahran’da neler yapılabilir şeklinde biraz endişelenmiş olsak ta bu sayede Tahran’a bir saat uzaklıktaki Qum şehrine gezim şekilleniverdi.

Bizi havaalanından Tahran’da kalacağımız otele götürecek otobüse bindik. Yolda Humeyni’nin mezarının olduğu camii’yi, meşhur Azadi anıtını ( özgürlük anıtı) ve Humeyni meydanını gördük. Azedi anıtı, Ters Y harfi şeklinde bir anıttı. Anıt 2500 taştan yapılmıştı. Anıtın bulunduğu meydana da Meydan-ı Azadi deniyordu. Otelimize vardığımızda şehri gezmeye başlamak için vakit çok erken olduğundan biraz dinlenmek üzere odalarımıza çekildik. Tahran’daki otelimiz çok lüks değildi ama gezeceğimiz yerlere çok yakındı. Saat 10:00’da Tahran şehrini keşfetmek üzere yürüyerek otelden ayrıldık. Otelden çıktıktan sonra ilk durağımız Humeyni meydanı oldu. Yolda yürürken İranlıların bayağı ilgisini çekyorduk. Arabasını durdurup bize bakıp gülümseyen, “Hello”diyen, nereden geldiğimizi soran bir sürü insanla karşılaştık. Tahran sokaklarının yol kenarlarında su kanalları vardı. Bu kanallar adeta şehrin doğal serinleticisi gibiydiler. Ayrıca İmam Zamane’nin doğum günü kutlamaları sebebiyle bir sürü İranlı hayır yapmak adına bedava limonata, portakal suyu ve yiyecek dağıtıyordu. Limonataları bizzat yolun ortasında yapıyorlardı. Oralet tarzı bir tozu kocaman plastik bir kapa boşaltıp üzerine hortumla su döküyorlar, bir diğer kişi ise tahta çubuk ile limonatayı karıştırıyordu. Limonata suyunun hortumdan gelen su ile yapıldığı görünce büyük bir saygısızlık göstererek limonata ikramlarını ret etmek zorunda kaldım.



İran sokaklarını şöyle bir keşfettikten sonra İran’daki ilk durağımız olan Gülistan sarayına gittik. Bu saray Safeviler döneminde yapılmıştı. Girişte sarayın girişine kadar dikdörtgen şeklinde uzun bir havuz ve bu havuzun kenarına güzel çiçek ve bitkiler dikilmişti. Havuzun arkasında geçmişte saraya gelen misafirlerin kabul edildiği bir teras yer alıyordu. Terasın ortasında mermerden yapılmış tahtı 65 adet insan figürü taşıyordu. Sarayın dış ve iç kısmında yer alan tüm bölümleri teker teker dolaştık. Burada beni en çok etkileyen Talar-e Selam salonunun tavanındaki küçük ayna parçalarından yapılan süslemelerdi. Binlerce küçük parçalara bölünmüş aynalar, düzenli bir şekilde tavan ve duvarlara kübik, piramit, düz bir şekilde yerleştirilmişti. Uzaktan elması andırıyorlardı. Salonun tabanında ise çini karolar yer alıyordu. Bozulmasın diye yere halı koymuşlardı. Halının kenar kısımlarından bu güzel çini karoları görebiliyorduk. Gülistan sarayındaki gezimizi bitirdikten sonra İran’daki ilk otantik çayhanemize gidip keyifle çaylarımızı içtik.

Gülistan sarayından sonra İran ulusal müzesine gittik. Tarih öncesi ve tarihi eserlerde günümüz eserleri birbirinden ayırt edilmeden aynı yerde sergileniyordu. Buradaki en önemli eser, Shiraz şehrindeki Persepolis kentinden getirilmiş olan taştan yapılmış merdiven ve duvar örnekleri ile heykellerdi. Bu eserlerin diğer parçalarını Shiraz şehrine gittiğimizde görebilecektik. Müzedeki bir diğer enteresan parça ise M.S 3 veya 4.yüzyılda yaşamış, bir şekilde madende çalışırken ölmüş olan madencinin bozulmamış bedeni ile eşyalarıydı. Tuz bir şekilde madencinin bedeninin bozulmasına izin vermemiş olmalıydı.


Ulusal Müzeden sonra Tochal Tepesine hareket ettik. Tochal tepesi, dünyanın 4.ncü uzun pisti olan kayak merkeziydi. Teleferik ile 3957 metreye çıktık. 3957 m’de hava serindi ve keyifli bir öğlen yemeği edik. Öğlen yemeği sonrasında tekrar şehre inip İmamzade Hamza’nın türbesinin bulunduğu camiyi görmeye gittik.

Camiinin giriş kapısına geldiğimizde bir adam yanıma yaklaşarak bir şeyler söylemeye başladı. Söylediklerini anlayamamıştım. Sevgili Zafer’den yardım istedim. Sevgili Zafer adamın camiye gelenlere ikram etmek üzere büyük bir termos çayı satın alıp almayacağımı sorduğunu söyledi. Bu gün 15 Temmuz kandil günüydü ve bu talebi geri çevirmek içimden gelmiyordu. Bir büyük termos çayı satın aldım. Termosu satan adam çayı oradan geçenlere ikram ederken bir yandan da beni işaret ediyordu. Çayını alan yanımıza gelip bizimle sohbet etmeye başladı. Kâh İngilizce kâh Türkçe kah farsça oradaki halk ile sohbet etmeye başladık. Grupta farsça bilenler Zafer Bey ve Sevgili Ayhan’dı. Ayhan İran’a gelmeden bir ay önce farsça çalışmaya başlamıştı.


Sohbetimizi bitirdikten sonra oradaki halk ile vedalaşıp İmamzade Hamza’nın camisinin giriş kapısına geldiğimizde camiinin içine girerken çador giymemizi istediler. Çador, çarşafa benzeyen renkli patiskadan yapılmış büyük bir kumaştı. Çadorumuzu giydikten sonra artık camiye girmeye hazırdık. Camiinin tavan ve duvarları bir sürü küçük ayna ile mozaik şeklinde süslenmişti. İmamzade Hamza’nın türbesinin olduğu yere gidip duamızı yaptıktan sonra bin yıllık Tahran kapalı çarşısı Bazar-ü Bozung’u gezdik. Çarşının şu anki hali 200 öncesinde şekillenmişti. Çarşının baştan başa uzunluğu ise 10 km imiş. Elbise, yiyecek, zücaciye, halı ne ararsanız bu çarşıda bulmak mümkündü.


Akşam yemeği için Azeri Traditional restaurantta yerimiz ayrılmıştı. İran müziği eşliğinde akşam yemeğimizi yiyecektik. Restauranta gelir gelmez hepimize çay ikram ettiler. Çay faslı hiç durmayacak gibiydi. Sürekli gidip gelip çay ikram ediyorlardı. Kendime “dizi” yemeğini sipariş ettim. Dizi; nohut ve/veya fasulyenin et veya tavuk etiyle birlikte güveçte piştiği bir yemekti. Diziyi servis yaparlarken yuvarlak bir kap ve havaneli de veriyorlardı. Önce güveçteki suyu yuvarlak kapa boşaltıyor sonra güvecin içindeki nohudu havaneli ile püre haline getiriyorsunuz. Püre haline gelen karışım ile yemeğin suyunu birlikte yemeye başlıyorsunuz. Bu dizi yemeği gerçekten de çok lezzetliydi.

Tahran’daki ikinci günümüzde sabah 9:30 da grubun diğer üyeleri ile otelin kahvaltı salonunda buluştuk. Bugün ve sonraki günümüzde neler yapacağımızı planlamaya başladık. Tahran’daki son günümüzde Qum şehrine gitmeyi önerdim. Grubun diğer üyeleri de hem fikir oldular ve ertesi gün yani Tahran’daki son günümüzde Qum şehrine gitmeyi planladık.

İkinci günümüzün en önemli gezisi Ulusal Mücevher müzesiydi. Ulusal mücevher müzesi İran merkez bankasının kasa dairesinin içindeydi. Burada geçmiş dönemlerden kalma değerli mücevherler sergileniyordu. Fetih Ali Şah zamanında Hindistan’da yaptırılan değerli tavus kuşu tahtı, Rıza Pehlevi’nin ünlü elmaslı tacı da buradaydı. Taç; 3380 adet elmastan oluşuyordu ve elmaslar toplam 1144 kırattı. Ayrıca 199 kıratlık 5 adet zümrüt,19 kıratlık 2 adet safir, 368 adet inci vardı. Tacın ağırlığı 2.080 gram geliyordu. Dünyanın en büyük pembe elması olan 182 kıratlık Derya-yı Nur elması da buradaydı. Derya-yı Nur elmasının çevresinde 457 adet pırlanta, 4 adette yakut bulunuyordu. Müzedeki diğer mücevherlerin hepsi de birbirinden güzeldi. İnsan baktıkça hepsine sahip olmak istiyordu. Yoldan çıkmak an meselesiydi. Aklıma Yüzüklerin Efendisi filmindeki Gölge karakteri geldi. Gölge, filmde yüzükten kolayca etkilenip ona doğru çekiliyordu. Ne pahasına olur ise olsun yüzüğü ele geçirmek istiyordu. Burada da aynı çekilme söz konusuydu. Ayrıca Şahın ailesinin tüm bu mücevherleri bırakıp ta ülke dışına çıkmış olması çok enteresandı. Belki de yanında birkaç mücevherini götürmüştür kimbilir?


Ulusal Müzeden sonra cam müzesini gezdik. Bu müzede M.Ö 3,2 ve 1 yüzyıllardan kalma camdan yapılmış eşyalar vardı. Cam müzesinden çıktıktan sonra şehir parkına gittik. Şehir parkının içinde Peace müzesi vardı. İsmi peace olmasına rağmen, içerisinde çoğunluğu çocuk olan savaşlarda yaralanan insanlar ile savaş sırasında kullanılan biyolojik silahların fotoğrafları sergileniyordu. İçimden ileride inşallah “Peace”i hatırlamak için savaşı referans göstermediğimiz zamanlar gelir diye geçirdim. Ve içimden geçirdiğim bu düşünceyi peace müzesinin ziyaretçi defterine yazdım.


Tahran’daki ikinci günümüzün son durağı ise Derbend’ti. Derbend, genelde insanların dinlenmek için ailece gittiği bir yerdi. Bizdeki Maşukiye’de alabalık yenen yere çok benziyordu. Cafe ve Restaurantlarda tahtadan tahtı andıran yüksek zeminler inşa edip bu tahtların üstüne rahatça oturup uzanabileceğiniz halı ve yastıkları yerleştirmişlerdi. Biz de kendimize uygun bir taht seçip oturduk. Önce yorgunluğumuzu alsın diye çay ısmarladık. Çayın yanında şeker yerine tahta çubuğa yapıştırılmış sarı renkte küçük kristallerden yapılmış şeker çubuklar getirmişlerdi. Çayınızı şekerli içiyorsanız sarı renkli kristal çubuğu çay bardağınızın içine batırıp bırakıyorsunuz, az şekerli içiyorsanız sadece batırıp çıkarmanız yeterli olabiliyordu.

Çayımızı bitirdikten sonra akşam yemeğimizi ısmarladık. Lezzetli bir yemekten sonra bir müddet daha tahtımızda keyif yaptık. Oturdukça insan kalkmak istemiyordu ancak otele dönme zamanı gelmişti. Zorla da olsa tahtlarımızdan kalkıp otele gitmek üzere bizi metroya götürecek minibüse bindik. Minibüste İranlı genç bir çocukla tanıştık. Genç çocuk hem dağcıydı hem de üniversitede hocalık yapıyordu. Sevgili Ayhan ve Şenay’da dağcı olduklarından genç çocuk ile muhabbeti iyice koyulaştırdılar. Aynı zamanda sevgili Nuray da minibüsteyken İranlı bir bayan ile tanıştı. İranlı kadın bizim kim olduğumuz araştırmadan o gece evinde bizi misafir edebileceğini söyledi. Dağcı çocuk ise minibüsten inerken tüm grubun minibüs ücretini ödemeyi teklif etti. Şu İranlılar enteresan insanlardı. Belki de farkındalıkları o kadar yüksekti ki karşılarındakine şöyle bir bakıp nasıl bir insan olduğunu kolayca anlayabiliyorlardı. Dağcı çocukla sohbetimize metroda da devam etti. Ahbaplık öyle arttı ki metrodan inmeden e-mailleşme safhasına geçildi. O akşam oteldeki odamıza geldiğimizde resmen sürünüyordum. Yarın görmeyi çok istediğim Qum şehrine gideceğim için de çok heyecanlıydım.



Şimdilik Hoşcakalın.

İran’ı Keşfediyorum

İran Slideshow: Sibel’s trip from İstanbul, Türkiye to 5 cities Tehran, Esfahan, Yazd, Shiraz and Qazvin was created by TripAdvisor. See another İran slideshow. Create your own stunning free slideshow from your travel photos.
Eminim içinizden “Bu sıcak mevsimde İran’a gitmek de ne oluyor? şeklinde düşünüyorsunuz. Aslında temmuz sıcağında İran’a gitmek bana da pek akıllıca görünmüyordu. Gezi tarihi önceden kararlaştırılmış olduğundan İran’a gerçekten gitmek istiyorsam bu tarihe uymak zorundaydım. Ya da İran’a gitme sevdamdan vazgeçecektim.


İran’daki hava sıcaklığı dışında beni endişelendiren diğer konu ise örtünecek olmamızdı. Neyse ki sevgili rehberimiz Zafer Bozkaya gitmeden önce İran’daki bayanların nasıl giyindiğine dair bazı fotoğraflar yollamıştı. Fotoğraflarda İranlı bayanlar genellikle pantolon ve kalçalarını kapatan uzun bluzlar giyiyorlardı. Başları yarı örtülüydü. Saçlarını topuz yapıyorlar ve başörtüsünü bu topuz çıkıntısı üzerinden başlatarak takıyorlardı. Saçlarının ön tarafı tamamen açıktaydı. Şeriat kanunları halen geçerli olduğu için başörtüyü tamamen çıkartamıyorlardı.


İran’da M.Ö 3000’lerden kalan eski kültürleri göreceğim için çok heyecanlıydım. Ünlü şair Sa’di, Hafız, Firdevs’in doğduğu, Ömer Hayyam ve hatta Mevlana’nın bulunduğu bu güzel ülkeyi görmeyi sabırsızlıkla bekliyordum.

10 günlük İran gezim süresince Tahran, Qum, İsfahan, Yezd, Shiraz şehirlerini gezdim. Gezide 5 güzel insan ile birlikteydim. Sevgili rehberimiz Zafer, Bangkok gezimde tanıştığım sevgili dostum Leyla ve İran gezisinde tanıştığım güzel insanlardan Nuray, Şenay ve Ayhan. İran gezi yazımı diğer yazılarımdan farklı olarak döndüğümde yazmaya başladım. Size şimdiden İran hakkında kopya verebilirim. Diyebilirim ki iyi ki gitmişim. Sizin de bir gün mutlaka yolunuz düşer ise bu ülkeyi görmeyi ihmal etmeyin.

İnşallah benim keyif aldığım gibi İran yazılarımı okurken siz de keyif alırsınız.


Sevgiler

Önemli Not:Gezim hakkında yazdığım yazıların arasında tarihe dayalı hikayeler Sevgili Zafer Bozkaya’nın İran Gezi Rehberinden alınmıştır. Siz de benzer geziyi yapmak isterseniz irangezi.com’dan Zafer Bozkaya ile irtibata geçebilirsiniz.
Diğer Önemli Not: Gezi anılarımdan önce İran Hakkında Bilgi sahibi olmak isteyen aşağıdaki notları göz gezdirebilir. Aşağıdaki bilgiler Wikipedi ile Sevgili Zafer Bozkaya’nın İran Gezi Rehberi kitabından alınmıştır.
İran’da konuşulan Dil: Yoğun olarak Farsça konuşulmaktadır. Farsça Aryan veya Hint-Avrupa dillerinin Hint-İran dilleri dalına ait bir dildir. Eski Farsça’ya ait en eski kayıtlar Ahameniş İmparatorluğuna kadar gitmektedir[109] ve Eski Farsça örnekleri günümüzde İran, Irak, Türkiye ve Mısır’da bulunmaktadır. Farsça dışında İran’da kullanılan görece yaygın olan diğer Azerbaycan Türkçesi, Kürtçe ve hatta izafi olarak çok yaygın olmayan Arapça ve Ermenice dillerinde de yapılan birçok yayın ve basılan eser vardır. İran ülkesini 1500 yıl boyunca Türk hanedanlar, aşiretler, ordular yönetmiştir. Türk lehçeleri İran’da çok yaygındır. Yirminci asrın başlarında İran'ın ekseriyetinin ana dili Türkçe idi. 100 yıllık asimilasyon politikaları sonucu bugün bile nüfusun %40-45'ı Türk'dür
Edebiyat: İran birçok ünlü şair yetiştirmesine rağmen ne yazık ki Ömer Hayyam gibi ancak birkaç isim batılı okurlar tarafından bilinmektedir oysa Hafız Sadi ve Firdevs gibi isimler çoğu İranlı için çok değerlidir. 1634’ten beri ünlü şairlerin kitapları batı dillerine çevrilmektedir. Ayrıca Firdevsi’nin yazdığı Şehname ‘de İran edebiyatının önemli eserlerindendir.
Sanat : İran UNESCO tarafından arkeolojik mimari kalıntıları ve yerler açısından dünyadaki en önemli yerler arasında yedinci sıradadır.[111] UNESCO'nun Dünya Miras Listesi'ndeki on beş mimari eser İran mimarisine aittir .
Din : Halkın çoğu şii dinine bağlıdır. 5 vakit namaz yerine 3 vakit namaz kılarlar. İran’daki tüm şehirlerde Hz Ali’nin imajına rastlayabilirsiniz. Şiiler namaz sırasında Mühr-ü Namaz taşını kullanıyorlar. Bu taş Kerbala toprağından gelmektedir.
En Önemli Tarihi Eser: Kurus Silindiri: Tarihte ilk insan hakları bildirisi Kral Kurus tarafından hazırlanmış. Maalesef eserin aslı British museumda sergileniyormuş.
Para birimi: İran riyali ve tümendir .
Yüzölçümü: İran Türkiye’nin 2 katı büyüklüktedir.
İran Bayrağı :İç savaştan sonra İran İslam hükümeti kendine yeni bir bayrak belirlemiştir. Bayrağın renkleri yeşil, beyaz ve kırmızıdır. Bayrağın tam ortasında “laillahe illallah” yazısı, bu yazının kenarlarında şerit şeklinde 11 adet “ allahü ekber” yazısı yer almaktadır.
İran Tarih: M.Ö 3000-2000 Elamlılar geliştirdikleri çivi yazısının eşsiz yapısı ile İran uygarlığında önemli bir yere sahip olmuşlar. M.Ö 3000 Aryanlar soğunun artması ile çeşitli yerlere göç etmiştir. Aryanlardan sonra Med uygarlığı geliyor. Bunlar etnik olarak hint –avrupa ırkına mensuplarmış. Sonra M.Ö 500 yılında Parslar geliyorlar. Pers kralı Kurus Med’leri yeniyor. Büyük Kurus’ın kurduğu Agemenyan imparatorluğu M.Ö 550-333 yıllarında bölgede hüküm sürüyor. Kurus’tan sonra I. Darius sonrasında ise Darius’ın oğlu Xerkes Hindistan ve Egeye kadar topraklarını genişletmişler, Mısır’ı topraklarına katmışlardır. Persepolis’in kuruluşundan sonra 23 ayrı ülkeyi imparatorluklarına katmışlar.
M.Ö 334 yılında Büyük İskender Agemanyon kralı III Darius yeniyor ve Persepolis’i yakıp yakıyor. Sonra Aşhaniler Bölgeyi ( Partlar) işgal ediyor. Su yollarını geliştiriyorlar. M.Ö 224-638 Şaşaniler hakim oluyor. Zerdüştlar devlet dini haline geliyorlar. Sasaniler döneminde bilim alanında gelişmeler olmuş. Yollar, köprüler yapılmış. Zamanla burası büyük bir bilim ve felsefe merkezi haline gelmiş. İran İslam sanatı olarak bilinen mimari, yazı, edebiyat ve şiir sanatları Sasaniler döneminde gelişmeye başlamış. Sonra Arap istilası ile İslam dininin kabul edilmiş. İmamlık sistemi ile günümüze kadar devam eden şii-Sünni kavgası filizlenmeye başlamıştır. Abbasiler İran’ı 600 yıl yönetmiş. Ülkede sürekli bir savaş halinin olması ile sırayla Selçuklu Türkleri, Moğollar ve Timur’un kuvvetleri ülkeyi işgal etmeye başlamış. 1051 yılında Selçuklular İsfehan’ı başşehir yapmışlar. Bu dönemde edebiyat ve bilim gelişmiş. Ömer Hayyam bu dönemlerde yetişmiştir.
1220 yılında Moğol hükümdarı Cengizhan ülkeyi istila etmiş. Cengiz Han‘nın torunu Hülagu Han hiristiyanlık ve Budizm arasında gidip gelirken sonunda Müslümanlığı seçmiştir. 1402 yılında Moğol Türk hükümdarı Timurlenk bölgede hüküm sürmeye başlamış. Sonra kısa bir dönem Karakoyunlu ve Akkoyunlu adlı 2 türkmen kabilesi hüküm sürmeye başlamış.
1502 yılında Şii hanedanı olan Safevilerin yönetimi ele geçirmesi ile İran tekrardan doğmuştur. Safevi devletinin güçlenmesi ile Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’in üzerine yürümüş ve Çaldıran ovasında Osmanlı orduları galip gelmiştir. 1736 Safavilerin zayıflaması ile 1736 yılında Afgan-Azeri kralı Nadir Şah İran’ı işgal etmiş. Nadir Şah, Hindistan’dan getirttiği değerli taşlarla süslenmiş meşhur tavus kuşu tahtı ve Kuh-i Nur elmasının keyfini sürerken 1747 yılında suiskata kurban gitmiştir. Sonrasında Zend hanedanı ülkeyi yönetmiş. 1796 yılında Koçar kabilesi ülkeye işgal etmiştir. Aga Muhammed Han İran’ı batı kültür ile tanıştırmıştır. İlk meşrutiyet 1906 yılında ilan edilmiş. İran I.Dünya savaşında tarafsız kalmakla birlikte Rusya ve İngiltere’nin etkisi altında kalmıştır. 1917 Ekim devriminden sonra Ruslar İran üzerindeki iddialarından vazgeçmişlerdir. İngilizler İran’a hakim olmuştur.
1926 yılında Koçar kralı Ahmet Şah’ı deviren Rıza Han Pehlevi hanedanlığını kurmuş. İran’da modernleşme başlamış. Rıza han sürekli Atatürk’ü örnek alırmış. Atatürk’ün yaptığı reformları İran’a adapte etmeye çalışmış.
2.Dünya savaşında tarafsız kalmayı seçmiştir. Bazı toprakları Rusya tarafından ele geçirilince, Amerika ve İngiltere’ye yaklaşmış. 1941 yılında sürgüne gönderilmiş yerine 22 yaşındaki oğlu Muhammed Rıza Şah beyaz devrim adıyla büyük bir reform hareketine girişmiştir. Bu reform hareketi kapsamında; kamu kuruluşları özelleşmiş, toprak köylülere satılmış, sosyal güvenlik sistemi kurulmuş, Köylere eğitim gönderilmiş, eğitim sistemi baştan aşağıya gözden geçirilmiştir. Batı tarzı giyim, yaşam şekli teşvik edilmiştir. Ancak maalesef halk Şah’ın vizyonunu paylaşmıyormuş. Batı tipi yaşam ile halk kültür şokuna girmiş. Bu sıralarda halka tek destek veren grup ulemalar ( din adamları) olmuş. Ulemaların büyük toprak sahibi olmaları, toprak reformunun onların aleyhine olması, seçme ve seçilme haklarının Müslüman olmayanlara da tanınması ve yüksek enflasyon sebebiyle Şah’ın otoritesine karşı gelenler olmuş. Ekonominin kötüleşmesi petrol üretimi ve satışındaki başarısızlık sonucundan sürgündeki dini lider Ayetullah Humeyni’nin gittikçe popülaritesi artmış. 1.2.1979’da Humeyni İran’a geri dönmüş. 10.2.1979 da İran İslami hareketi zafere ulaşmış. İran Halkının %97 sinin evet oyu ile, halkın devrimi desteklediği ispatlanmış olmuş.
1980 de İran-Irak savaşında Saddam Hüseyin beklediğinden daha kuvvetli bir ordu ile karşılşamış. Ve 1988 ‘de ateşkes ilan edilmiş. 1989’da Humeyni ölünce bir süre belirsizlik yaşanmış. Cumhurbaşkanı Rafsancani belirli bir modernleşme hareketi başlatmış. Fakat çok başarılı olmadı. 2005 yılında ise Ahmedinejad cumhurbaşkanı olmuştur.
İran’daki Etnik Gruplar: İrani Gruplar : Tatiler, Talişler, Gilekler, Taberler, Leler, Kürtler, Guranlar, Şemmanik, Raciler, Sangseriler, Aştiyanlar, Lorlar, Farslar, Larlar, Sistaniler, Beluçlar, Tacikler, Afganlar
Hintli grupları: Çingeneler, Brahoiler, Jatlar, Hintler
Hint –Avrupalılar: Ermeni, ruslar
Türkler: Azeri, Türkmen, Kaşkayı, Halaç, Kazak, Özbekler
Sami ırkından olanlar: Araplar, Asuriler, Aramiler, Yahudiler, Afrikalılar,
Kafkasyalılar: Gürcüler, Çerkezler